Trabzon’um sokakların öyle dar
Boztepe’ne düşmüş ak rahmet ilahi kar
Sende mavi Karadeniz’le yeşil bir de beniz var
Şehr-i Trabzon’um öyle tatlı sanki yâr
Yârim bilmesem düşer miydim yollarına, girer miydim yılan gibi kıvrılan daracık sokaklarına. Ananın çocuğuna, maşukun cananına, bülbülün güle sevgisinden çok farklı değil ki benim şehrime sevgim. Gül şehrim de bilir zaten onca dikenine rağmen kendisine aşık benim gibi nice bülbülün olduğunu.
Bir konak dikiliveriyor karşıma. Daracık sokaklar da pekala azametli konaklara çıkabiliyormuş. Azametli görünüyor ama bir üzüntüsü var galiba. Soruyorum:
– Derdin nedir koca konak?
Evet, konaklar da konuşur ama yalnızca kendisini duymak isteyen gönül kulağı açıklarla. Tekrar soruyorum:
– Sen değil misin asırların yıkamadığı? Şimdi niçin böyle üzüntülü görünürsün?
Utanıyor durumundan:
– Demek yıkılmamış görünüyorum. Sağol delikanlı ama…
Kendisini nelerin yıktığını utana sıkıla anlatıyor. Yıllara nasıl meydan okuyup, yalnızca son bir kaç yılda güzelliğinden ne çok şey kaybettiğini anlatıyor. O ki Trabzon’un tarihine tanıklık etmiş, dört duvarının arasında ne beyleri, efendileri konuk etmiş. Ah şu hemşeriler, nasıl da her tarafını televizyon antenleriyle kuşatmışlar. Boynunu çepeçevre saran elektrik telleri, anten kabloları boğar gibiler konağı. Hele şu tabelalar… belalar… Kim ister ki alnında “Buz gibi Coca Cola” yazısıyla dolaşmayı. Tabelalar ne kadar da çirkin duruyorlardı öyle yılların çirkinleştiremediği konağın çehresinde.
Konak, yıllar önceki sade güzelliğini arıyor. Trabzon’un sembolü konaklar ağlıyor. Eskiden olduğu gibi kartpostallarda boy gösterebilmek için antenlerden, kablolardan ve tabelalardan kurtulmak istiyor. Boynum bükük, ellerim cebimde, ayaklarımı sürüye sürüye çaresizce ayrılıyorum konağın yanından.
Zihnim hala konakla meşgulken ayaklarım beni sahile götürüp bırakmış. temiz bir banka iliştim usulca. Yüzüm Karadeniz’e dönük, gözlerim ufka kilitlenmiş. Karadeniz’in fısıltıları karayelle gelip kulaklarımı yalıyor. Fısıltılarıyla içini açıyor bana Karadeniz. Özlemle hatırlıyormuş yıllar önce güneşte pırıl pırıl parlayan kumsalları. Şehrin tam göbeğinde denize giren çocukların cıvıltıları hala kulaklarında Şimdi çöp yığınlarından ve doldurulan kıyıdan öyle müteessir ki… İnsanlar burunlarını tıkayarak yanından geçerken çok utanıyor. Ama kim utanmalı? O da Trabzonlular gibi çöp tesisini dört gözle bekliyor. “Hamsiyi o kadar seven siz değil misiniz?” diyor.
Biçare denizim benim. Doldurulan kıyılar yüzünden ayrı düştüğü kumların ardından artık kendisini kayadan kayaya vuruyor Karadeniz. Memleketim türkü tutturmuş: Çırpınırdı Karadeniz…
Sahilden ayrılırken fark ediyorum ki bütün şehir çığlık çığlığa. Bu çığlıklar dağdan, taştan, denizden, dereden yükselen çığlıklar. Ne çok dertli varmış güzel şehrimde.
Biraz sonra kahverengi bir dere, Değirmendere yoldaş oluyor yoluma. Bir kabahatimiz daha yüzümüze vurulur endişesiyle dereye niçin böyle kahverengi olduğunu soramıyorum. Yoluma devam ediyorum. Bir dozer çıkıyor önüme, bir de kamyon. Sonra bir kaç iş makinesi, bir kaç kamyon daha. Üzülerek görüyorum ki dereden kum, çakıl çekiyorlar dereye sormadan. Derenin hemen kıyısındaki yamaçlara bakıyorum. Sadece cılız bir kaç çalı var. Kopup dereye giden toprağın bıraktığı büyük boşluklar da hemen dikkatimi çekiyor. Ak sakallı sevimli ihtiyar Hayrettin Karaca geliyor aklıma. Toprak Baba ne demişti: “Türkiye 50 yıl sonra çöl olacak.”. Bu ihtiyarın söylediklerinde ne kadar haklı olduğunun en elle tutulur delili şimdi karşımda duruyor. Keşke daha duyarlı olabilseydik de ne Toprak babamızı üzseydik ne de kendimizi.
Fatih, Yavuz ve hatta Manuel ile Aleksi, Kanuni’nin şehrine neler vermişler. Biz ise lügatimizden “vermek” sözcüğünü çıkartıp, “almak” sözcüğünü koyuvermişiz. Atayı düşünmemek, düşünüp yerinmemek elde değil.
Yorulmuşum. Bir simit alıp bir parkta oturuyorum. Minik bir köpek geliyor ayaklarımın dibine. Simidimden ufak bir parça kopartıp ona veriyorum, iştahla yiyor. Hemen bir köpek daha beliriyor yanımda. “Ziyafetin kokusunu almışlar galiba!” derken gülümsüyorum bu sevimli hayvancığa. Ona da bir parça simit veriyorum. hava gayet soğumaya başladı. Gitmek için kalkarken iki köpek daha geliyor. Köpeklerden biri arka ayaklarını yerde sürümekte. Belli ki bir otomobil çarpmış. İki simit daha alıp onlara pay ediyorum. Soğuktan kaçmak için evimin yolunu tutarken soğuktan kaçamayan zavallı sokak köpeklerini ve kedilerini düşünüyorum. Bu şehirde ne kadar çok kedi, köpek olduğu geliveriyor aklıma ve kendi kendime soruyorum: “Hep taktir ve taklit ettiğimiz Avrupalının yaptığı gibi biz de sokak hayvanları için bir barınma evi yapamaz mıyız?”
İnsan yari için hep en iyisini istemez mi? Bu Trabzonlu da Trabzon’u için istiyor işte. Şehrinde ağaçlar kesilmesin istiyor; dağı taşı milli park gibi olsun istiyor; Trabzonspor hep şampiyon olsun istiyor; Doğaya saygılı fabrikalar kurulsun istiyor; en azından Karadeniz’in ekonomik başkenti olalım istiyor; tarihimize sahip çıkılsın, Sumela’daki freskler taşlanmasın istiyor. Bu Trabzonlu denizler doldurulmadan karayolu istiyor; demiryolunu hayal bile edemiyor. Bu Trabzonlu istiyor, vermeyenin iki yüzü kara.
Bir gün ayrı düşersem daracık sokaklarınla
Hamsi kokularını karayelinle yolla
Temelim üşümesin kucakla onu kolla
Al yanaklı uşakta Fatih’e selam yolla
Senin için çok şey isterim ya; yine de paçama bulaşan çamurunu, tökezleyip düştüğüm taşlarını seveyim senin Şehr-i Trabzon.